1 Eylül 2014 Pazartesi

Hermine'den Harry'ye

             Sana bugün bir şey söylemek istiyorum, uzun süredir bildiğim bir şey. Sen de çoktandır biliyorsun bunu, ama belki kendi kendine henüz itiraf etmiş değilsin. Sana şimdi kendim hakkında, senin yazgın, bizim yazgımız hakkında bildiklerimi açıklayacağım. Sen Harry, hep bir sanatçı ve düşünür hayatı yaşadın, için hep sevinçle, inançla dolup taştı, büyük ve ölümsüz şeylerin peşinde koştun hep, sevimli ve küçük şeylerden asla memnunluk duymadın. Ne var ki, yaşam seni uyandırıp kendine yaklaştırdıkça çaresizliğin büyüdü, acıların, korkuların ve umarsızlıkların batağına giderek daha çok saplandın, gırtlağına kadar gömüldün içine, bir zaman güzel ve kutsal bilip baş tacı ettiğin şeyler, insanlara ve bizim yüce misyonumuza beslediğin inanç imdadına koşamadı, hepsi yitirdi değerini, un ufak oldu, inancın soluyacak havadan yoksun kaldı. Havasızlıktan boğulmak ise çok acı bir ölümdür. Yalan mı Harry? Bu senin yazgın, öyle değil mi?

             Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeyelere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. Kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir Don Kişot'tur. Güzel, ben de aynı durumu yaşadım dostum! Seçkin yeteneklerle donatılmış biriydim, yüce bir örneği kendime rehber edinerek yaşamak, kendi kendime yüce istekler yöneltmek, onurlu görevleri yerine getirmek için yaratılmıştım. Büyük bir yazgıyı omuzlayabilir, bir kralın eşi, bir devrimcinin sevgilisi, bir dahinin kız kardeşi, bir ideal uğrunda ölümü göze alan bir kişinin annesi olabilirdim. Ama yaşam az buçuk beğeni sahibi kibar bir fahişe olmama izin verdi sadece. Bu kadarını bile ele geçirebilmem kolay olmadı! Bütün bunlar başıma geldi işte. Bir süre çaresizliğe kapıldım, olup bitenlerin suçunu uzun süre kendimde aradım. Yaşam ne de olsa her zaman haklıdır diye düşündüm; yaşam düşlerimle alay edip eğlendiyse, o zaman düşlerim salakçaydı demek, haklı yanları yoktu, diye geçirdim içimden. Böyle düşünmem bir işime yaramadı. Gözlerim iyi görüp kulaklarım iyi işittiğinden, biraz da meraklı biri sayıldığımdan, yaşam dedikleri şeyi inceden inceye, adamakıllı gözden geçirdim, bildik tanıdıklarımı, komşularımı, pek çok insanı ve bunların yazgılarını tek tek inceledim; gördüm ki, haklıymış düşlerim, yerden göğe haklıymış, tıpkı seninkiler gibi. Oysa yaşam, gerçeklik, haksızdı. Senin gibi bir insanın yalnızlık, ürkeklik ve umutsuzluk içinde usturaya el atmak zorunda kalması ne kadar doğruysa, benim gibi bir kadının bir para babasının yanında sekreterlik yapıp zavallılık ve anlamsızlık içinde yaşlanmaktan, böyle para babası biriyle parasının hatırı için evlenmekten ya da bir çeşit fahişe olup çıkmaktan başka bir seçenek bulamayışı o kadar doğruydu. Benim içine düştüğüm sefalet belki daha çok maddi ve ahlaki, seninki ise daha çok manevi idi, ama ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Sanıyor musun, senin fokstrottan korkmanı, barlardan ve dans salonlarından tiksinmeni, caz müziğine ve bütün o ıvır zıvıra karşı direnmeni anlamayacak biriyim? Hem de çok iyi anlıyorum hepsini, senin politikadan nefret etmeni de anlıyorum, parti ve basın mensuplarının boşboğazlıklarından ve sorumsuz davranışlarından üzüntü duymanı da, günümüzde düşünme, okuma, inşaat, mimari, eğlence, müzik ve eğitimde izlenen yol konusundaki karamsarlığını da! Haklısın Bozkırkurdu, yerden göğe kadar haklısın, öyleyken yok olup gitmekten başka bir şey gelmiyor elinden. Bugünün pek az şeyle yetinen basit ve rahat dünyası için fazla iddialı ve açsın, seni kendi içinden tükürüp atıyor bu dünya, onun boyutlarının dışına taşıyorsun. Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz.

                    Gözlerini yere indirdi Hermine ve düşünmeye başladı.

                    Hermine dedim sevecen. Kardeşim benim, ne kadar keskin gözlerin var1 Ama yine de bana fokstrotu öğretmekten geri kalmadın! Peki, bizim gibi insanların, ötekilerden bir fazla boyutla donatılmış bizlerin bu dünyada yaşayamayacağını söylemekle ne anlatmak istedin? Kimde kabahat? Yalnızda bizim bugünkü çağımızda mı böyle? Yoksa her zaman böyle miydi?

                    Bilmiyorum. Dünyanın onuruna gölge düşürmektense, bunun sadece bizim çağımızda böyle olduğunu, bunun sadece bir hastalık, geçici bir talihsizlik sayılması gerektiğini kabul etmek isterim. Baştakiler sıkı bir çalışmayla bir sonraki savaşı başarılı bir şekilde hazırlarken, bizler de fokstrot yapıyor, para kazanıyor, çikolatalı şekerlemelerimizi yiyoruz. Böyle bir çağda da dünya ister istemez pek parlak sayılmayan bir görünüm sergileyecektir. Umalım ki eski çağlar şimdikinden daha iyi olmuş, ileridekiler de şimdikinden daha iyi olacak olsun, daha zengin, daha geniş, daha derin. Ama bu bizim derdimize çare değil. Kim bilir belki de her zaman böyleydi...

                   Her zaman bugünkü gibi mi? Her zaman yalnızca politikacılar, vurguncular, garsonlar ve zevk düşkünlerine göre bir dünya, bizim gibilerin soluyacağı havadan yoksun bir dünya mı?

                   Bilmem ki. Kimse de bilmiyor. Öyle ya da böyle, zaten fark etmez. Şu anda senin o çok sevdiğin kişi geldi aklıma, zaman zaman bana kendisinden söz açıp bazı mektuplarını okuduğun dostun Mozart. Onun durumu nasıldı peki? Onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? Kim işin kaymağını yedi? Kimin sözü geçti? Kim adam yerine kondu? Mozart mı, yoksa işi bilenler mi? Mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? Nasıl öldü Mozart? Nasıl gömüldü? Sanırım hep böyle oldu, ileride de böyle olacak. Okullarda "dünya tarihi" denen ve kültürün bir parçası diye ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dahileri, büyük büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka şey değil, okulda gerçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiç birşey. yalnızca ölüm.

                    "Hepsi o kadar mı?"
                 
                    "Hayır ölümsüzlük ayrıca."

                    İsmin ölümsüzlüğü mü söylemek istediğin, insanların kendisi bu dünyadan göçtükten sonra geride kalacak ünü mü?

                    Hayır kurtçuğum, demek istediğim ün değil. Ünün ne değğeri var? Hem sanıyor musun, gerçek ve kusursuz insanların hepsi üne kavuşmuş, sonradan gelen kuşaklarca tanınıp bilinmiştir?

                    "Hayır elbette değil."

                    Yani ün değil söylemek istediğim. Ün, sadece eğitim için vardır, okul öğretmenlerini ilgilendirir. Yo, ün değil söylemek istediğim, yo hayır! Ölümsüzlük diye nitelediğim şey. Dini bütün kişiler Tanrının Ülkesi derler buna. Benim düşünceme göre, bizim gibiler, başkalarından bir fazla boyutla donatılmış bizim gibi iddialı, bizim gibi içi özlem dolu insanlar bu dünyadaki hava dışında soluyacakları bir başka hava, zaman dışında ayrıca sonsuzluk olmadı mı asla yaşayamazlar; bu sonsuzluk da gerçeğin ülkesidir işte. Mozart'ın müziği ve senin büyük yazarlarının yapıtları da bunun içinde, kerametler gösteren, idealleri uğruna can veren ve insanlık için yüce örnekler oluşturan ermişler de bunun içindedir. Ama her gerçek eğilim, her gerçek duygu da, isterse kimenin bunlardan haberi olmasın, kimse bunları görüp bir kenara kaydederek gelecek kuşaklar için saklamasın, bu sonsuzluk kapsamına girer. Sonsuzluk içinde sonraki kuşaklar diye bir şeyden söz açılamaz, birlikte yaşamalar vardır sadece.
               
                      "Haklısın" dedim.

                      Hermine, "dindarlar" diye sürdürdü konuşmasını düşünceli düşünceli, " söz konusu gerçeği herkesten iyi bilen kişilerdi, bu yüzden ermişler çıktı aralarından, "ermişler topluluğu" denen topluluğu çıkardılar orataya. Gerçek insanlardır ermişler, İsa'nın kardeşleridir. Bizler, bütün iyi işlerimiz, bütün yiğitçe düşüncelerimiz, bütün sevgilerimizle hayat boyu onların yolunda yürürüz. Ermişler topluluğunu eskiden ressamlar altın bir gökyüzü içnde betimlemişlerdi, görkemli, güzel ve barışçıl. Benim daha önce "sonsuzluk" dediğim şeyden başkası değildir bu topluluk. Zamanın ve görüngüler dünyasının ötesindeki ülkedir. Bizim yerimiz de işte orası, yurdumuz orasıdır, gönlümüz oraya koşuyor Bozkırkurdu, bu yüzden de ölümü özlüyoruz. Sen Goethe'ni, Novalis'ini ve Mozart'ını orada karşında bulacaksın yine, ben de kendi ermişlerimi, Christoffer'i, Nerili Philipp'i ve bütün diğerlerini. Başlangıçta koyu bir günahkar yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da kötülük de. Güleceksin ama, belki dostum Pablo da gizli bir ermiştir diye düşündüğüm oluyor çokluk. Ah Harry, evimize varmamız için pek çok pislik ve saçmalık içinden bata çıka yürümemiz gerekiyor! Üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir...
                 

26 Ağustos 2014 Salı

hurç'un içindeki burç.

               burç yorumlarına hastayım, retweet edip de beni anlatıyor demek için çırpınanlara daha da hastayım. burçlar ta tarih öncesi sümer dönemine kadar uzanan bir gelenek. aslında uzun zaman öncesine kadar bilim ve evreni keşfetme çabası. insanlar yaşadıkları yeri anlayabilmek ve daha çok tanrıları izleyebilmek için baktıkları uzay şimdi madara oldu bildiğin. o zamanın einsteinleri ki sümeroğullarındaki her bireyin iq su 150nin üstündeydi bence, bu çağımızda şovmen oldu açıkçası.


                bir gün bir burç için söylenen diğer gün diğer burç için söyleniyor. günleri taraf tarafa toplasan tüm burçlar birbirine eşit çıkacak. akrep kadını aldatıldığını anlar der atıyorum fenomuz, akrep kadınının üçyüzü beşyüzü aynen diyerek retweet yapar. lan sanki tarihteki ilk akrep kadını. ülkede her iki erkekten biri aldatırken, bırak burcunu kendin komple akrep olsan önüne geçemezsin.

                diğeri diyor, başak kadını farklıdır. kafasına koyarsa yapar. başak kadını da aynen benim bu, hasibe bak beni anlatıyor bak bak, der. kafasına koyarsa yapar kelimesi türk başak kadını için zor, onu kafasını koyarsa yapar şeklinde değiştirebiliriz. yastığa yani, uyur manasında yanlış anlamayın. bir başka burcumuz ikizler erkeği çok centilmendir. diğerleri piç zaten. diğerleri öküz. hemen retweet ikizler erkeği.

                 ikizler kadını, öyle güzel güler ki gözlerinin içindeki parıltıya aşık olursun yazmış bir fenomen. feno aşık olmuş, hatun da ikizler büyük olasılık. her erkeğin hatununun gözleri öğle güneşine bakarmışçasına parlaktır onun için. sonra koç kadını geliyor, kendilerini aşka inandırmamız lazımmış. malmış çünkü koç burçları. aşk dediğin şey saniyenin binde birlik süre zarfında beynine girer(ki kurşundan daha hızlıdır) ve çıkmaz. kimseyi aşka inandıramazsın.

                benim eleştrim twitterdaki saçmalıklara, yoksa burçlar yüzyılların geleneği nesini eleştireceğim. güzel şeydir.
           

                daha çok var da neden yazdığımı da anlayamadım. kova erkeğiyim ondan.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

bozkırkurdu ----- kitap önerilerim.

Hermann Hesse - "Bozkırkurdu"


                     ilk olarak  bu kitabı okuması gereken kitle, içinde birden çok insan barındırdığını düşünen ve toplumdan, toplumsal düşüncelerden kendini soyutlamış kişiler. içinde onunla çelişen, duruma göre kendini gösteren bir başka insanı taşıyanlar bu kitabı okurken büyük zevk alacaktır. çok başarılı bulmamın üstüne çoğu kişinin hayatına ufak da olsa bir mana verebilecek bir roman. kendisi de sürekli der ki bu roman;

 ... sadece kaçıklar içindir.





10 Ağustos 2014 Pazar

seçim sonu yorumlarım

               bir seçim daha bitti. izmirde yaşıyorum, doğduğumdan beri 6 büyük seçim gördüm, izmir ile birlikte tamamını kaybettim. bu seçim de pek şaşırtmadı bu yüzden. yükseklik korkum yüzünden çatıya, alçaklık korkum yüzünden de tayyibe oy vermedim.

                yeni cumhurbaşkanımız recep tayyip erdoğan oldu, 2002den bu güne buraya kadar yükselmiş olması çok büyük bir başarıdır bir kere. istediğimiz kadar kötüleyelim, ülke insanlarının güvenini bu kadar kazanmış olmak mükemmel. gerizekalılar tayyibe oy veriyor lafından da nefret ettiğim için kesinlikle saygı duyuyorum. gerizekalılar tayyibe oy veriyor diyenler, yıllardır zıt düşüncenin tarafını partizanlık derecesinde tutarak, zevk alırmış gibi hiçbir icraat gösteremeyen insanlardır. 12(hatta daha fazla yıl kaybediyor olmak) da bir gerizekalılıktır bu mantıkla.

                 "devlet", çobanlık kelimesinin mühür ve kaşe basılmış biçimidir. insanoğlu yönetilmeye mahkum olduğu her an onları yöneten bir insan bulunacaktır. neyse seçim sonuçlarına göre yeni bir cumhurbaşkanımız var demek isterdim, zaten cumhurbaşkanı olan adam yine cumhurbaşkanı seçildi. bu musevilikten hristiyanlığa geçmek gibi birşey, tanrı yine aynı, pozisyon değişik.

                 peki tayyip erdoğan cumhurbaşkanı koltuğuna oturduktan sonra neler olur? islamofaşizmi hissettiğimiz bu yıllarda, yetkinin artması islamofaşizmi de tavan değere getirecektir bir kere. ülke tesettüre girmeye yavaştan başlayacaktır(kadınlar manasında değil komple sınırlardan bir çarşaf çekilecek ülkeye). halkı içine kapanık, devleti dışın orospusu bir ülke konumuna geleceği-ki şuan da öyle- aşikar. abd nin; bakın kuzey ıraktan çekilirsek işte böyle olur, demek için ortaya çıkardığı ışid örgütünün ele başları tarafından yönetiliyor olmamız da bu islamofaşizm salgınını yayan en büyük faktörlerden biri olabilir. sınırlar dedik hayali çizgilerdir, uzaydan görünmez. artık görebileceğiz, sapından ucuna kadar sınırlar yükselecek kapılarda. çağdaşlaşma yolunda tadilat yapılacak ve sonu yıkımla sonuçlanacak. ölçüm yanlışı yeniden yapacağız denerek de unutturulacaktır. ülke için yapılanlar başlığı altında milyon saat konuşan akp hükümeti, yapılanların bir boka yaramadığını yavaştan bize çaktırmaya da başlayacaktır.

                 avrupa birliği falan unutulmalı. kültür diye geçinen at gözlüğü tüccarları; avrupa birliğine girmeyelim zaten diyebilir ancak, sabahtan akşama kadar modernlik bakımından gözümüzü ayıramadığımız yer avrupa birliği ve abddir. neyse... hayırlı olsun demek zor.

7 Ağustos 2014 Perşembe

ülkücü, devrimci, özgürlükçü, atatürkçü; buyrun ülke sizin, geçmişte yaşamaya devam.

       
                          türkiye cumhuriyetinin cumhur-u reis'ini belirleyecek seçime 3-4 gün kaldı. üç aday da bir şekilde oy toplama telaşına girmiş durumda. halkın seçeceği ilk cumhurbaşkanını ya 10 ya da 25 ağustosta öğrenmiş olacağız. yazıma tersten başlayıp, bu ülkede resmi olarak yapılan her şeyin gereksizliğiyle lafıma gireceğim.


                 yıl 1998, ay ocak, gün 16..

                   ... refah partisi kapatılma davası sonuçlanıyor ve refah partisi kapatıldı, nedeni laikliğe karşı hareketler yapması vesaire, pek de önemli değil. 12 eylül darbesinden sonra açılan milli görüşü benimseyen bir partiydi ve bu tarihte kapatıldı. daha doğrusu diğer partiler gibi deri değiştirdi. yerine refah partisi adında bir parti açıldı. recep tayyip erdoğan da o sıra refah partisi ile istanbul büyükşehir belediye başkanlığını yürütüyordu. yani partinin bir mensubuydu kendisi.

                 yıl 1998, mayıs, 14..

                   ... recai kutan fazilet partisi genel başkanlığına getiriliyor ve fazilet partisinin siyaset hayatı başlamış oluyor. 150 milletvekili de kapatılan refah partisinden fazilet partisine geçiş yapıyor. 

                 1999'un 18 nisanı.

                    ... türkiye genel seçimleri oluyor ve fazilet partisi %15 oy alarak 3. sırada kalıyor. 1995 seçimlerinden birinci çıkan refah partisinin diğer adı olmasına rağmen büyük bir düşüş yaşıyor parti. 4 yılda erbakan ile kazanılan birinciliği kaybediyorlar.

                  2002'nin 3 kasım'ı..

                        ... recep tayyip erdoğan 2001 yılında kurulan adalet ve kalkınma partisini, istatistikleri altüst ederek %34 oyla liderliğe getiriyor. peki sormak gerekiyor, bu 3 yılda neler oldu? 4 milyon oydan 11 milyon oya nasıl çıkıldı?

                        şu sıralar paralel diye nitelendirdikleri hocasıyla ve amerikanın yardımıyla tahta çıktığını sanırım bilmemiz gerekiyor. o günden bu güne de her hareketinde, her seçimde bunun ona yardım ettiğini de biliyoruz. 2002 den 2014 e her gün gazete manşetlerini süsleyen olayların altından nasıl kalkabildiğini şaşkınlıkla izlerken, birilerinin yardımı olduğunu biliyoruz. rüşvet, hırsızlık operasyonlarından nasıl kurtulduklarını, halkın yarısını nasıl koyun haline getirdiklerini çok iyi biliyor ve bunu söylemekten çekinmiyoruz. cafede mafede insanları gördüğümüz her yerde politik sohbetler yapıyor, akp nin oyunlarından ballandıra ballandıra bahsediyoruz. hatta örgütler kurup eylemler yapıyoruz, ölüyoruz. ama her işin ucunda bir abd bir cemaat olduğunu, kavga bile etseler olduğunu emin bir dille söyleyebiliyoruz. kendi ideolojimizi savunmaktan öte tayyibin ideolojisini yerin dibine sokuyor, ona lanetler okuyoruz. ama a dan z ye tüm oyunlarını biliyoruz, parasını da hırsızlığını da. seçimlerde oyları nasıl çaldığını, insanları fişlediğini de biliyoruz. bir de bu ülke bitti de diyebiliyoruz. yani resmi olarak ne yapılırsa yapılsın üzerinde oynanabildiğini, insanlardan dayak bile yiyebileceğimizi biliyoruz. bir yandan elimizin ulaşamayacağı, değiştiremeyeceğimiz gerçekleri görürken, diğer yanımızla bunları değiştirmye çalışıyoruz. küfür ediyoruz. çaresiz olduğumuzu biliyoruz. daha çok....

             
                         hala uğraşıyoruz üstüne üstlük, pusulasız, çölde emekleyerek yürüyoruz. hiçbir yere varamayacağımızı bile bile. bunu çok iyi bilmemize rağmen, oy kullanmak, parti ideolojisi yapmaktan da geri kalmıyoruz. oyunu kullanan halkın oyu çalınır, vergi veren halk götüne kazık yer. ama nedense hala vazgeçmez. koyun dediği akplilerden daha koyun olur. geri kalmış şu ülkenin halkı olmaktan utanır ama hala bir şeyler geveler. komşu ülkeler kadar değer görmeyen karşı partili halk, ezilir, aç kalır. ama hala koyun gibi kendi partisinin o işe yaramaz ideolojisiyle, kurt olur, altı ok olur kürt olur ne bok olursa olur. geçmişte yaşar amına koduğumun koyunları.

                       bazi büyük brotherların elinde olan şeyleri, sabah sıcak yatağından kalkıp oy kullanan halk değiştiremez. sikerim sandığı da, oy pusulasını da.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

kadranı dans eden pili bitik saat

                        şu sıralar, zamanla geçer dediğimiz şeyin zamandan başka bir şey olmadığını anladım. zamanla geçen tek şey zaman.

                         saati çöplük olarak düşün. daire şeklinde bir çöplük, ortasında dönen akrep ve yelkovan var. "zamanla geçer" diye tabir ettiğimiz tüm üzüntülerimiz, tüm pisliklerimiz de saatin içinde. umduğumuz şey, akrep ile yelkovanın dönerken onları de önüne takıp süpürmesi değil mi? yelkovan pislikleri takar önüne, geçtiği yerlerdeki pislikleri temizler, geçtiği yerlerdeki üzüntülerimizi alır götürür peşinde. zamanla geçer dediklerimize bir bakarız yelkovanla akrebin kadranına takılmış süpürülüyor. sonradan fark ediyoruz ki yelkovan önüne taktıklarıyla birlikte dönüp yine aynı yere geliyor. aynı üzüntüler, aynı sıkıntılar yine aynı yerde beliriyor.

                    kadran dönüp duruyor, zaman arkasını kirletirken önünü temizlemeye, akrep süpürürken yelkovan pislikleri geri saçmaya devam ediyor. öyle değil midir zaten? akrep ile süpürülenler; üstünde saatlerce düşündüklerimiz, ağır ağır ilerlediklerimizdir. yelkovan ise saniye içerisinde döner içine sıçar hayatımızın. anlık olaylar parçalar umutlarımızı. zamanın içine attığımız üzüntülerimizi, akrebin saat ayırıp temizlediğini, yelkovan saniyesinde dağıtır.

                    zamanla hiçbir şey geçmiyor. ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsünde dediği gibi; saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman ,ayarı insandır..

alafranga umutlar

                       
                   kimimiz doğru zamanda yanlış yerde, kimimiz yanlış zamanda doğru yerde olduğumuzdan yakınıyor. açıkçası hiçbirimiz doğru zaman, doğru yer diyemiyor. düşünceleri halktan kopuk, beynindekileri kağıda dökmeden duramayan birisiyseniz bu yakınmaların her an kafatasınıza balyozla vurduğunu farkerdersiniz. kalabalığın içerisindeki yalnızlığı simgeleyen bazı bireyler, kafasındakileri anlatamamaktan, paylaşıp eksiklerini tamamlayamamaktan, yalnızlığı hücre çekirdeğine kadar hissetmekten muzdarip.

                 kitapla dolan beynin kanalizasyonu ses telleri, döküldüğü yer ise dildir. beyin sürekli dolduğundan dile dökülmezse hazımsızlık başlar. öyle acıdır ki beyindeki hazımsızlık. hiç kimseye hiçbir şey anlatamamak öyle kötü bir şey ki.  kalabalığın içerisinde yalnız kalmak sanırım cehennemin baş azabı. nietzsche'nin dediği gibi dersin kendine sürekli; bu kulaklara ağız değilim ben.

                 arkadaşın asıl manası, sırta saplanan bıçağın markasını bilmek demektir. eninde sonunda bitecek bir şeyi sürdürme çabası ise bıçağı bileyip kendi elinle teslim etmektir. aklınızın zerresi dahi uyuşmayan bir arkadaşlığı sürdürebilmek, sönmüş bir kibriti tekrar yakmaktan daha zordur. sosyal insan, başındaki altı harfi bir arada tutmak için sımsıkı sarılır. boşa.

                   ... ne bileyim neden.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

karalama; durum raporları.

                           
                     yüzeyi tam pencerenin altına denk gelen, üstünde sarı loş ışık veren bir masa lambası ve amaçsızca duran kitaplarımın olduğu masamın ve diğer köşede duvara sarılmış yatağımın bulunduğu karanlık odama girdim. masanın köşelerinde intihar etmeye çalışan silgi kalıntıları ve pencereden manzarayı izleyen kalemler haricinde odada hiçbir hareket yoktu. sessizliğe tam anlamıyla hapsolduğum an çekmecedeki laptobu masaya aldım. sarı loş ışık veren masa lambamın öbür tarafına yerleştirdim. müzik dinlemek amacıyla girdiğim tarayıcıda, bir kaç şiir ve makale okuma fikri ekranın yanından kafasını gösterdi. gireyim dedim bir kaç şey okuyayım. insanların çektiği acıları kendime uyarlayıp biraz da ben acı çekeyim. ateşin iyice yaklaştığını düşünüp pencereyi hafif araladım, rüzgar asi bir şekilde pencereyi birbirine bağlamış perdeyi delip geçmeye çalışıyordu. perde inat etti, perde kazandı, ben başladım okumaya. yazıya kendimi kaptırmadan önce dire stairs'ten brother in arms'ı açıp sırtımı bir tekeri kayıplara karışmış sandalyeme yasladım. sağ elimle gözlüğümü hizaya sokup okumaya başladım.

                    okudum, okudum, okudukça farkettim. yazar ne yazarsa yazsın, ne söylemek isterse istesin ben o anki kafama göre, hissettiklerime göre harfleri okumaya çalışıyordum. isterse komik bir makale olsun, ben nasıl yapıyorsam bin kelimenin arasındaki bir harfe odakanıyor, o harfin içindeki hüznü yakalıyor ve kendime uyarlıyordum. işte beni anlatıyor diyordum. harfleri yan yana koyunca kelimeleri oluşturuyor dedim, kelimeler türkçedir, ingilizcedir, falancadır. türkçeyi biliyorsan türkçe makaleyi okur anlarsın, ingilizceyi de o şekilde, ama dilden önce hüzün yada mutluluktur kelimelerin şifresini çözen. yazan her ne halt olursa olsun senin o gece eve girdiğindeki kafanın durumudur kelimelerin dili. o an arka fonda çalan şarkının alıp götürdüğü yer vardır beyinde, kelimeler orada okunur. günlük hayatta bir bakıştan yüz milyon anlam çıkarıyorum dedim, koskoca bir kelimeden neler çıkaramazdım ki?

                   şarkı o sıra kendini olaylardan çekti, ben de yeni bir şarkı görevlendirdim, saat gece yarısına veda etmiş edecek vaziyetteyken arşivimde gecenin şarkısını aramaktaydım. şarkılar vardır, imkansız aşklar gibidir, hafif rüzgarla sallanan perdenin süslediği, loş ışıklı koyu kestane masanın yanında oturan beni ve gecemi mahvedeceğini bile bile her gece dinlerim o şarkıyı. her gece ağzıma sıçar ama ben yine de onu görmek için girerim arşive. dinler, okurum. güneşin gün içerisinde yaktığı duygu ve özlem kırıntılarını geri getirmek için başka yöntem bilemem çünkü.


25 Temmuz 2014 Cuma

full hd kuran-ı kerim.


                 akşam işten gelip, fırından yemeğimi alıp yolumun üzerindeki televizyonuma uğruyorum. örümcek ağı bağlamış güç düğmesine basıp arkasına duble yastık koyduğum koltuğuma oturuyorum. bunları yaparken de akrep 6, yelkovan da 12 nin üzerinde, güneş hafif veda etmeye yeltenmiş de batıp batmama arasında kararsız kalmış durumda oluyor. pil takma yerinin kapağına sıkışanlar hariç naylondan çıkarılmış çizilmek için can atan kumandamı, kucağımdaki yemeği yanıma bıraktıktan sonra ayağa kalkıp odayı gezip yaklaşık 1 dk aradıktan sonra oturduğum yerin minderinin arasında buluyorum. küçük bir intihar girişimi düşüncesi gelip gidiyor o sıra. nihayet kumandayı elime alıp klasik karasal türk kanallarında geziyorum, insanın otuz tane uydusu bile olsa hep o kanallara göz atar. kalabalık diye mi, yalnızlık piskolojisi mi bilemiyorum; zaten konu da o değil. yemek programlarını sunan kadın büyük samimiyetsizlikle gülerek elini sallıyor ve yapımda emeği geçenler ve hatunun giydiği elbisenin markasını da gördükten sonra, kanal reklamlara bağlıyor. reklam sonunda ise dizi reklamları başlıyor, iki saatlik türk dizilerinin otuz saniyelik kısımlarını gösteriyor ve o da ne yeniden reklam başlıyor, onun da sonunda şükür iftar programımız başlıyor.


                 konumuz iftar programıydı, ne reklam ne de hep oturduğun yerde olan ama sen odayı turlamadan kendini göstermeyen kumanda, konumuz değildi. bu sıralar oğlu da meşhur olan bir kanalda stop etmişken usta din adamımız çıkıyor. halka açık yerlerde,  kapalı yerlerde gerçekleşen bu yüce muhabbetler başlamış oluyor. insanlar bir günlüğüne peygamber kiralamışlar gibi ekranın başına dikiliyor, ağzından çıkan salyayla abdest almaya çalışıyorlar.

                 din alimimiz konuşmaya başlıyor, "selamın aleykum, hayırlı akşamlar değerli izleyenler" diyor. bunu söylemesi yaklaşık 5 saniye alıyor. bu beş saniyede cebine koyduğu para alimimizin 17TL. ama selamın aleykum ile başladığından halk alkış. biliyoruz ki türk halkı din konusunda en cahil, diğer konularda ise en bilgili insanlardır. kendileri için bu böyledir. köy kahvesine atomu parçalamaya gir, herkesten fikir alırsın. ama cuma çıkışına orucu ne bozar diye git herkes biraz düşünür. o yüzden bu kanala çıkan alimimiz dünyanın en büyük profesörüdür türkler için.

                  alim abimiz diyor, allah diyor, peygamber diyor, uyduruyor. yani şunu dese: peygamber efendimiz de böyle meydanlarda öğüt verir soru cevaplardı, halk da her 10dk da bir sahneye 10TL bırakırdı. böylece allah dinleyicilere daha çok sevap yazardı" dese, halk direk eli göte atıp cüzdanı kapmaya çalışacak. çoğu zaman kanıt vermeden anlatılan hikayeler, peygamber sevgisi aşılama, dini anlatma, koyunluğa iteleme programın kurgusunu belirliyor. çünkü bu insanoğlu o kadar mal ki 610 yılında başlayan islam şuan 2014 teyiz küçük bir başlat->donatılar->hesap makinesi yoluyla 1404 yıllık dini hala çözebilmiş değil. hala diş fırçasını ve sakızın orucu bozup bozamadığını tartışırlar.

                   "hocam, sakız orucu bozar mı" ve türevi harika sorular, türkiye'de: "hocam uzay nerede başlıyor?" sorusundan 20 kat daha önemli. iki dakka sırtını koltuğa yasla da düşün, aynen lan de. aynen çünkü. cahil insanlık, kitabını okumadığı din hakkında kolay yoldan bilgi sahibi olmak istiyor. hocam şimdi siktir edin kitabı kim okuyacak, siz bana anlatın oruç bozmak orucu bozar mı? gibisinden.. hoca dese ya; aman beyfendi(mongol bey) olur mu?(para verdimi lan bu girişte acaba?), kitap yüce tanrı tarafından gönderilmiştir. dini sadece kurandan öğrenebilirsin, bu allahın kelamıdır. adam hiç durmaz-zaten dinlememiştir bile kesin- lan salla amin allah maşallah da okumasak, evde odaya assak aynı şey eder mi? hoca da; evet! der. hayır dese ne olacak.

                   ama üzücü ki, bir hoca da çıkıp ekrana şunu dese ya: " e be cahiller, lan kitap duruyor hepinizin evinde, meali de var amına koduklarım, burada kafamı sikeceğinize bir kez açıp da okudunuz mu ne diyor? araştırdınız mı hadis-i şerif hiç? okusanız, lan bu sizin kutsal kitabınız, diğer taraftaki sözlü bu kitaptan çıkacak. açın bir okuyun, her hecesini allah allah allah dediğiniz allah yolladı lan. bu hevesle alıp 12. sayfasında "mr. alfonso" ne amk diyip kapattığınız kitap değil lan bu. bu kutsal kitap. el fatihayı türkçe oku, bi bak bakayım ne diyor, diğerlerini de oku. allah arap mı? oku türkçe sen kimseyi dinleme. okumazsan anlayamazsın. bak ben çıkarım burda karını bu gece getir bana allah sevap yazar derim, getirirsin karını yarın ağlayarak eve gelir. cahilsin abi sen, bana bakmayın amk, kitap var len bana özel kuran inmedi, o hepimizde aynı amına koyayım. aç, oku, anlat ve öğren, internet de var artık, istediğini yaz google'a, yaz kadınlar hakkında soru sor mesela; hocaların zırvalarını dinleyeceğine, "kadınların kapanması gerekir mi?" diye yaz, "kadınlar açılıyor_soyunuyor_xxx.avi" yazma amk. bir kere de din için kullan bakalım interneti. nasıl oluyor acaba?"

                 diyemezler çünkü program başına halkın 2 yılda aldığı parayı alıyorlar. neyse daha çok devam edilecek, şimdilik bu kadar. devamı yarın, yada diğer ramazan.



               

8 Temmuz 2014 Salı

pencerenin siyah lastiği; çekin, koparın beni!

                  ölümden sonraki yaşama inanmıyorum, hatta yaşamdan sonraki ölüme bile inanmıyorum. ölüm kelimesi tek başına çok yetersiz gelmekte bana. fiziki ölmeyi olsa olsa sigarayı öldürmekle denkleştirebilirim, insan ölür ama pakette 19 tane daha ölüm vardır. bazıları paylaşır ölüm haklarını, aşk der; paketin yarısını kavuşursa aşıka kavuşamazsa çöpe sallar. ama kimse 19 taneyi tek tek harcayamaz bu dünyada.

                  kalitesine göre değişir insanın ölümü, sonuçta nasıl yaşarsan öyle ölmez misin? kaliteliysen pahalısındır, paralısındır. ağızda kötü tat vermez balgam yapmazsın. kalabalığa, gürültüye karışmadan yaşarsın. ucuzsan herkes alır bir tek senden, balkondan aşağı düşmüş mandal gibi gereksiz olursun bir anda. ne olduğunun farkına varmadan gelirsin son durağa.

                  herkes tek ala ala, öldürecek sigaran, öldürecek hayatın kalmaz. elindeki son tekle tutunmaya çalışırsın hayatına. sonunu oğuz atay söylüyor, ondan kaçış yok. milletten tek istersin elde bişey kalmadığında, pişmanlıklarına gömülür, zamanı geri alamayacağını farkedersin. bir kez daha ölürsün, daha iyi ölürsün, son kez ölürsün.

                  ilk ateşi anne-babamız vermiş sağolsunlar, ilk teki onla yakmışız. ikinci üçüncü... ondokuzuncu tekleri umutla yakmışız. başlayacağımız her yeni sigarada, her yeni yaşama şansında umuda bırakmışız temel atma törenini, o kesmiş kurdeleyi. yirminci teki ise pişmanlıkla yakmışız, yapacak birşey yok diye soluksuz içmişiz.

                  bir gün kendimizi hayattan soyutlamak isterken, öbür gün asosyalim diye kafamız duvarlara vuruyoruz. bir gün tekli koltuk tavırları takınırken diğer gün sivrisinek gibi millete yapışmaya çalışıyoruz. şaka maka kendimizi en az kendimiz tanıyoruz. aslında bakarsan genel olarak hedefimiz öldükten sonra hatırlanmak, iyisi kötüsü hatırlanmak. az önceki hikayedeki yirmi ölümü düşününce(kastettiğim bu ölüm) mantıksal olarak hayatın her anında hatırlanmak. soyutlanmış ama aşırı sosyal bir kişi olmak. ne saçma. zaten umutlarımız da bu tarz değil miydi? saçma, sapan. yaptığımız diğer bir çok şey gibi.


                  kapı önüne bırakılmış dambıllar gibi, hepimiz doğru zamanda yanlış yerde doğduğumuzdan da yakınıyoruz. yedi milyar aynı dertten yakınıyor. büyük sorun. insanlar hayallerini gerçekler üzerine değil gerçeklerini hayaller üzerine kuruyor. imkansız umutlar kurup, gayet de imkanlı olduklarına inanmaları da bizlerin en büyük marifeti. hayal kırıklıkları bizim için yazı tura gibi, tura demişiz de yazı gelmiş. hani olma ihtimali yüzde elliymiş de kaybetmişiz gibi. dik gelmesi hayallerimize denk olduğunun farkında değiliz.

                   demem o ki, paramparça olmuş yeşil saçlı bulaşık ovma bezi gibi gözüktüğümüz aynada kendimizi hint kumaşı gibi görüyoruz. bildiğiniz o yer silme bezi olmuş çok sevdiğimiz t-shirtiz hepimiz, farkına varalım. hadi eyvallah.
             

23 Haziran 2014 Pazartesi

erkeğin türbanlısı!

            bu hafta bursa'daydım. gerçekten gerek osmanlı tarihiyle, gerek daha eskileriyle mükemmel bir kültür beşiği. türbeler, camiler, kaleler tam anlamıyla tarih kokan, ecdat kokan bir şehir bursa. belediyecilik manasında da sorunlar yok denecek kadar az. tabi buraya seyahatname yazmayacağım, kafama takılan insanımız tarafından gömlekten sökülmüş küçük ip parçası gibi görülen ama hiç de çakmakla yakıp yok edeceğimiz bir durum gibi gözükmeyen saçmalığa sahip. bursa'da görünmesi diğer şehirlerin bu yazının altındaki renkte olduğunu göstermez.

             biliyoruz ki müslümanlık ülkemizin %99'unu etkisi altına almış bir din. babadan oğla geçen, irdelenmesi yasak olan bir kültür parçası. tabi bu dinin, diğer dinler gibi bazı kılık-kıyafet kuralı da var. her ne kadar bireyden bireye değiştiği kabul edilse de var. kimi sadece türbanı kafaya geçirmekte doğruyu görür, diğeri komple çarşaf geçirip yok olur, diğeri "açık" gezer, "kapalı" gezmez.

             anlayamayacağım kavram ise, din kutsal bir varlık iken, açık yada kapalı kelimeleri nasıl din ve inanış için kullanılabiliyor. açık kelimesi bir kadın için kullanılıyor, hatta tıpkı açık tuvalet kapısı gibi, koku geliyor kapat der gibi. kapalı kelimesi de bir kadın için kullanılıyor, tabut gibi kapalı, yaşamsız. ülkemizin bazı kesimlerinde bu mevcut.

             "açık" diye tabir edilen kadınlara kötü gözle*** bakılırken, "kapalı" diye tabir ettiklerine de pek iyi gözle bakmıyorlar. saçı kendileri tarafından kutsal görülen bir örtüyle kapatılan kadınlar pek çok dışlanma belirtileri görebiliyorlar. bunlar kocaları ve diğer erek insanlar tarafından görülüyor. maalesef aile ve kocadan gelen zorlamayla kapanan kadınlar, sebebini sadece "böyle emredildi" diyerek açıklayabilen kadınlarımız. ülkenin din bilgisi konusundaki yetersizliği tartışılmayacak derecede açık, boşa yazmak istemiyorum.

             *** konu aslında buradan başlayacak. kötü gözle tabiri, aşağılama olarak algılanır elbette. yalan da değildir. ancak bir diğer husus, karısına kızına kapanması için zorlayan, döven kandıran baba figürü, kapanmayan kadınlarımıza yolda nasıl bakıyorlar dersiniz?

      a) ayıplayarak
      b) arzulayarak
                 
      ipucu: türkiyedeyiz.

             cevabınız b ise tebrikler, homo sapiens olarak maymunlardan gelişimizi inkar ettiğimiz bu güzide dinin maşacıları daha insanlar arasındaki evrimi farkedebilmiş değiller malesef. açarsam bir maymunla aynı atadan gelmeyi maymundan gelme olarak algılar ülkemiz, maymun ile insanın zekası çok farklı, insan çok gelişmiş diyerek de kanıtlar. benim de sorum şu olacak:

         maymunla insan arasındaki zeka farkı, aptal dediğimiz insan ile üstün zeka dediğimiz 
insandan fazla mı?

              konuyla ne alaka diyecekseniz, belli bir iq'ya, belli bir insan sevgisine ve en önemlisi saygısına sahip olan bir erek birey, yolda gördüğü karşı cinsine arzu derecesinde bakmaz. eyvallah, dikkat çekiyor diye göz kayabilir ama saygı ona uzun uzun, ha kaynadı ha kaynayacak diye beklenen ketıl'a bakmaya izin vermez. en azından biz doğrunun bu olduğuna inanıyoruz.

               kadın ve erkeği her konuda eşit olması gereken şu dünyada, bu işi beceremeyen takkelilerin kadınları zorla kapatmaya çalışması, insanla maymun arasındaki farkı öpüp başımıza koymayı sağlıyor. kendi organlarını sabit tutamadıkları, arzuladıkları için kadınları kapamaya zorluyorlar. farkında değiller ki bunu sadece kendi kafasındaki insanlar yapıyor. iyi bir insanlık eğitimi almış bireyler, kadına saygı göstermesini biliyor.

                 aynı dünyayı paylaştığımız kadınlarımızın sadece birkaç keçi sakallı organını pasif tutturmuyor gerekçesiyle kapanmaya zorlanması gerçekten üzücü. bunu kitapta yazıyor diye nitelemek daha da üzücü. kadının başının kapanmasını emreden bir din de, kadına değer veriliyor, diri diri gömülmeleri önleniyor diye saçmalıklarla dolması bir diğer vahim kısım.

                   bursa metrosunda, yanına çarşaflı aile fertlerini almış bir amcamızın, elinde kitapları olan muhtemel üniversiteli kıza bakmasında bir ayıplama göremediğimi, bu bakışın tamamen arzulama olduğunu hissettiğimi anlatmaya çalışıyorum aslında. bu açık şerefsizlerle aynı ülkeyi paylaşmak da bana her dakika acı vermekte. iyi akşamlar. kadınlarımızı yok etmek yerine beynimizdekileri yok etmemiz dileğiyle.

9 Haziran 2014 Pazartesi

duvarlarımızın vazgeçilmez süsü, kitap...

                 günümüzün, teknoloji etkisinde yetişen gençliğinin, mongolca hareketleri ve asosyal tavırları elbet dikkatinizi çekmiştir. gün boyunca pc-tv-telefon üçlüsüyle dostluğunu pekiştiren gençlik yetişiyor. bahsetmek istediğim konu bu değil, bu gençlerin kitap okumuyor olması ve türk insanının hiçbir zaman kitap okumamış olması. türkiye cahilliği kemiklerine kadar hisseden bir ülke. inanılmaz derecede korkunç istatistikler ile yok olmaya giden türk beyni, sömürülmüş şekilde yaşamaya devam ediyor. istatistikler bunu açıkça kanıtlar vaziyette;

                nüfusu 7milyon olan azerbeycan, nüfusu 80 milyona yaklaşan ülkemizden yıllık 20 kat daha fazla tirajla basıyor kitap. biraz doğuya kayarsak, japonyada yılda basılan kitap sayısı 4 milyar 800 milyon. rakamla 4.800.000.000. peki türkiye'de, o üstün ırk dediğimiz, gelişiyor dediğimiz mongol ülkemizde? yılda üretilen kitap sayısı 23 milyon, 23.000.000. hesabı siz yapın artık.

                peki geleyim en korkunç istatistiğe, yine japonya dan yürüyeceğim. e sonuçta biz de gelişmiş bir ülkeyiz, akıllıyız. bakın şuna, japonyada kişi başına düşen kitap sayısı "25", türkiye'de ise 1 kitap dememi bekleme, tamı tamına 12059 kişiye 1 kitap düşüyor. hani kişi başına demiyorum. kitap başına ortalama 12bin insan düşüyor memlekette.

            hele hele şu istatistiğe bakalım, teknolojinin midir suç, kaptırdık mı artık gençleri bir de siz söyleyin; türkiye içi istatistikleridir bunlar.


                daha öyle korkunç istatistikler var ki, ne ben yazayım, ne siz okuyun. demek istediğim, türkiye'de bir cafede oturan insanlar kültürel bir sohbet yapmıyor, anlamsız gülümseme ve telefonla oynamak yaptıkları tek şey. insanlar kitap okuyanlara ilginç gözle bakıyor. insanlar mongolca yaşıyor. insanlar başkalarının onlara yaşa dediği hayatta yaşıyor. tembellik ülkenin çöküşünü hızlandırıyor. aileler akşamları oturup dizi izliyor, ne bir sohbet ne bir yaprak kitap. duyguları sömürülüyor. ve korkarım bugünden sonra yapabilecek çok şey kalmadı.

 
en azından doğum günlerinde kitap hediye etmek, ilgi çekici kitapları paylaşmak, okumayan insanların ilgi alanları saptayıp o alanın en kolay okunabilecek kitapla alışkanlık kazanmasını sağlamak. yapılabilir bu gibi şeyler. yoksa bu durum pek aydınlığa gitmiyor.

... devam edecek (kitap fiyatlarının uçuk olması)
     

5 yıldızlı yalan

             dershanelerin kapatılma yasasının geçmesiyle birlikte, bu aydan itibaren dershaneler özel okul olmak için başvurularda bulunmaya başlayacak. eylül 2015'de tam anlamıyla özel okul geçişi yapılmış olacak. bu yasanın çıkma sebebini hepimiz biliyoruz, paralel çember daire çıktı biyerlerden. peki bize söylenen tarafıyla ilgilenmek gerekirse;

              bize denilen, dershaneye gidebilen ve dershaneye gidemeyen öğrenciler arasındaki eğitim, para, kültür farkını ortadan kaldırmak için bu yasa tasarısı sunuldu. yani parası olan öğrenci dershaneye gidiyor, olmayan gidemiyor mantığıyla. peki haklısın diyebiliriz, ama sadece bunu söyleseydi.

              meb okullarında eğitim biliyorsunuz ki berbat seviyede, her ay garanti maaşını alan öğretmenler kimseyi umursamayarak rahat rahat dersini işleyip çıkıyor. memur rahatlığının en üst seviyesinde öğretmenlerimiz var. disiplinsizlik ve kalitesizlik nedeniyle öğrenciler dershaneleri tercih ediyor. bu yüzden dershaneler, okul alternatifi olan kuruluştan çok okul olan kuruluş oluyor bizler için. parası olan olmayan da biyerlerden kısıp çocuklarını dershaneye gönderiyor. çünkü herkes biliyor ki başarılarda okulun gram katkısı yok.

              peki şimdi yeni tasarıya göre dershane yok, her yer okul. amaç neydi: "eşitsizliği" kaldırmak. eşitsizliği şöyle kaldırıyorlar efendim: isteyen öğrenci özel okullara gidecek, devlet "bir kısmını" katkı payı olarak ödeyecek, geri kalanı gariban halk ödeyecek. buna bile tamam desek. eşitlik şu vaziyete geliyor; özel okulda okuyan çocuk, devlette okuyan çocuk. ve bu sefer devlette okuyan çocuğun dershaneye gitme ihtimali de yok. demek oluyor ki artık eşitsizliğin alasıyla karşı karşıyayız. dershanelerdeki öğretmen kalitesi, akıllı tahta vs. okullarımızdan yüzlerce kat daha imkanlı eğitim sunuyor. sözde fatih projesiyle okullara getirilen akıllı tahtalar ise, oyuncak olmaktan başka bir işe yaramıyor. kullanmayı bilmeyen hocalar, faydasını göremeyen -ki sanırım faydası yok- öğrencileri yaratıyor. fatih projesi dikkat dağıtan ve çocukları derse odaklanmasını güçleştiren bir uygulama.
       
              iş burada bitmiyor, dün verilen bilgiye göre özel okullar(dershanelerin dönüştüğü) kendi aralarında tıpkı oteller gibi yıldız sistemiyle derecelendirilecek. a,b,c,d gibi derecelere sahip olacaklar. o mükemmel "eşit eğitim" sözleri bırakın devletle özel arasındaki, özelle özel arasındaki eşitsizliği bile açık açık gösteriyor. koyun gibi izlenen gelişmeler, iki örgütün birbiriyle çatışmasından başka bir şey değil malesef. olan yine halka, daha da kötüsü çocuklarımıza oluyor.

            ... sonumuz hayrolsun.

8 Haziran 2014 Pazar

yaş 35 yolun ∞/35'i eder.

          geçenlerde, inanılmaz bir yeteneğe sahip olan bir hayvan turritopsis nutricula ile tanıştım. bu okyanusların belli bölgelerinde yaşayan bir çeşit deniz anası. inanılmaz yeteneği ise ölmemesi. bu canlının tüm hücrelerini aynı anda yok etmezseniz ölmüyor. yaşlılık gibi bir nedenle ölüm şansı yok bu hayvanın. nasıl bir mekanizma var dersen,



normalde deniz anaları yaşamlarını iki bölüm ile sürdürüyorlar, polip dönemi ve medusa dönemi. polip dönemindeyken zemine kök salmış bir bitki halindeyken, medusa dönemine geçildiğinde deniz anasına daha çok geçiş yapılıyor. bu güzel canlı medusa dönemine geçiş  yaptığında, ortamda bir sorun hissettiğinde, hastalandığında, yaşlandığında bilimde adı transdifferansiyon olan bir yöntemle polip dönemine geri dönüyor.

polip olarak başladığı hayatta, medusa evresine geçiyor, yeniden polipe dönüşebilip, yeniden medusaya, polip,medusa.... böyle devam ediyor. düşünün hastasınız, yaşlandınız ve artık zamanı geldi deyip zigot halinize, bebek halinize geri dönüyorsunuz. bu canlının yaptığı bildiğiniz bu.

tabi bu yüzden küçük bir yerde yaşayan bu canlılar bütün okyanuslarda yer etmiş durumda. nüfusları iyice artmış vaziyette. ölümsüz olduklarından çoğalıp çoğalıp duruyor, durup durup çoğalıyorlar.

özetle, cinsel olarak erişkin hale geldikten sonra hücrelerini tekrar erişkin olmayan hallerine dönüştürebildiği için ölmeyen canlı. 15 yaşına geldikten bir süre sonra 6 yaşına döndüğünüzü ve bunun sürekli tekrarlandığını düşünün, ona benziyor.

darısı başımıza.



yaratığımızın videosu:


küllü nefsin zâikatul mevt ayetine de kafa tutmakta bu canlı.

kaynaklar: 
onedio.com
baharkilic.org
eksisozluk.com

4 Haziran 2014 Çarşamba

dil kası egzersizleri

                günlük hayatta birden çok binden az yanlış yapıyoruz. genel olarak ağzımız, dilimiz ve ses tellerimizi silah olarak kullanarak insanları öldürebiliyor, kanıtları da bir güzel suç mahallinde bırakıyoruz. üstüne de dönüp özür dileme ve suçsuzluğu ispat etme çabası da cabası. peki bunu nasıl çözelim başlığı altında bir beyin fırtınası oluşturmaya çalışacağım.

                  ilk olarak, kekeme olma hayali şu sıralar ben dahil tüm dünya insanları için düşündüğüm bir hayal. kekeme olsak ağzımızdan çıkacak sözleri bir kez daha düşünebilme şansına sahip olduğumuzu düşünmekteyim şu sıralar. hani o meşhur mutluyken söz, sinirliyken karar vermeyin aforizmasına uymamakta ısrar etmelerimiz beni bu hayali almaya itti. artık geçti sanırım ama beyin fırtınası, beyin fırtınasıdır.

                 ikinci olarak, 1 saniye senkron kaymasıyla konuşmak. nasıl derseniz, söyleyeceklerimizi 1 saniye bir kez daha düşünerek söylemek. zaman kaybına da yol açabileceği için pek tutmayan bir öneri olabilir ancak bir çok ikili ilişkilerde işe yarayabileceği kanısındayım. bazı bilgin insanların yavaş konuşuyor olması da bu öneriye hak vermek gerektiğini kanıtlıyor aslında.

                üçüncü olarak, fazla konuşmamak. çok konuşmak, boş konuşmaktır, bilirsin. bu yüzden ne kadar az konuşursak karşıdakine karşı kırıcı cümle kurma olasılığımız o kadar azalır. bazen kafa sallamak da verilebilecek kötü bir cevaptan yüz kat daha iyidir. bilinmesi gerekir.

               dördüncü olarak, hiç konuşmamak. hani dilsizler hiç mi insanları kırmaz deme, kırmaz. ne varsa otuziki diş arasındaki kas yığınında var. konuştuğumuz her kırıcı söz, konuşamadıklarımızı oluşturuyor. her kırıcı söz, karşıdakiyle arana kaldırım taşları yerleştiriyor. konuşamadıklarımız ise bir hayal olarak aklımızın köşesinde hep kalıyor. maşuk'un kalbi kırıldığında aşık söylediklerini geri alabilmek için kitap bile yazıyor şu insanlık asrında.

                demem o ki, ya konuştuklarımıza dikkat edelim, yada hiç konuşmayalım. varsa bunlardan başka önerilen-ki var- üretin bolca, sizde kalsın.

hayallerimiz üzerine.

            insan popülasyonu içerisindeki hayatta kalma mücadelesine değinmem gerek. insan nedir? insan matematiksel olarak hayvan+hayal kurma becerisi, biyolojik olarak yemek yiyen, boşaltım yapan, hayal kuran ve ölen, kimyasal olarak sürekli parçalanıp ısı veren bir varlıktır. ama ben türkçe dersiyle ilgileneceğim bugün. sokaktan çevirdiğiniz bir insanı, insanlık testine soktuğumuzda aldığımız sonuçlar'ın genel bir incelemesini yapma kararındayım.

             evet insan. insan ne yapar? insan doğar, 3 yaşına kadar yaşar, 4 yaşından sonra ilk 3 yıl ne yaptığını hatırlamazlıktan gelir, kötü bir şey yapmış gibi. doğmak gibi. 4 yaşından 7 yaşına kadar şımarır. oyuncaklarıyla oynar, genellikle yalnızdır her şeye ağlama potansiyeline sahiptir, yalan söyler, sürekli birşeyleri ister yada istemez. gelecek hayatına sağlam bir temel atar. 7 yaşına geldiğinde eve öğrencilik kağıdı gelir. acemilik için eve en yakın koğuşa gidilir. mavi önlük, beyaz yaka ve siyah ayakkabıdan oluşan üniforma ve kalem adı verilen 0.7 kalibre silah ele tutuşturulur. insan ilk gün genel olarak ağlar, çünkü gün içerisinde sınırlı sayıda gördüğü yaratıklardan dünyada daha çok olduğunu farkeder. insanlar her yerdedir, tıpkı ona benzeyen bir çok insan keşfeder. okula başlayan insan oğlu insan o günlerde okumayı-yazmayı öğrenir, düşünme daha o yaşta öğretilmez. düşünme hiçbir yaşta öğretilmez, düşünmenin hobi olarak yapılacak bir şey olduğunu bilir insanoğlu, okulda göremez.

             yaş ilerledikçe insan cinsiyetleri keşfeder. insanların çeşitli olduğunu ve herkesin aynı yerden işemediğini öğrenir. tanrının insanı yarıya ayırdığını, diğer yarısını da dünyanın bir yerine serptiğini anlar. hayatı boyunca diğer yarısını arayacağının farkında olmaz henüz, yaş 9-10 iken. yaş biraz daha ilerlediğinde uzun bır süre boyunca yarısını bulduğunu zanneder insan. sürekli olarak yanılır. yarım diye çok kişiyle yan yana gelir, uyuşmadığını anlar her seferinde. kendisi "a" dır adamın, "ş" nin de yarısını taşır elinde, bilir "k" dır o kadın, ş nin diğer yarısını taşıyan bir elinde.  fark edemez daha o yaşta, yarısını bulunca aşk diyeceğini.

             acemilik biter, insan asıl hayata koyulmaktadır. son sene sınavlar dizerler önüne. bir üst seviyeye geçmek için derler. tüm yaratıklara sordukları bu sorulara senden de cevap isterler. verirsin, şutlarlar bir liseye.

              lise başlar insan için, büyüdüm der insan. bilmez ki daha çocuktur. biraz zorlanmaya, biraz da hayatı anlamaya başlar insan. ama asla tam olarak anlayamaz. birkaç kez aşık olur bu çağda. bilmez, gerçek aşkı bulasaya kadar kaç kişiye aşk diyeceğini. içki içer, gezer, tozar. dünyayı tanır bu yaşta. ama sadece fiziksel olarak. başkalarının içini ancak canı yandığında farkeder insan. bu yaşa kadar, sindiren, boşaltan insan bu yaştan sonra yaşamanın asıl gayesi olan "hayal kurma" gereksinimine başlar. gelecek için sürekli hayal kurmaya, iş, okul, aşk temeliyle başlayıp sonsuz ihtiyaç hakkında düşünmeye çalışır. genel olarak gerçekleşmeyen bu umut bütünü, onu üniveriteye gönderecektir. hem de gireceği sap gibi gerçek olan bir sınavla.

                ..... aşk değil bu yazının amacı, ne sınav sistemi, ne yaşam sistemi yada herhangi bir sistem. asıl söylemem gereken insanın hayal kurma mekanizması. ne kadar çok hayal kuruyoruz değil mi? kısa-uzun vadede biraz irdelesek en az 10 tane hayalimizi farkedebiliriz. kesinlikle hayal kurmanın kötü olduğunu savunmuyorum, benim kötü olduğunu savunduğum şey geleceği hayal ederken şimdiki zamanı yaşayamama. hayatımızı tamamen hayaller üstüne oturtup anı yaşayamama. insanın öleceği gün başka bir yarını, hayal kurabileceği bir günü dahi olmayacağını bilememe.

                  hayaller içerisinde yuvarlanırken yokuş aşağı, bir anda yaşanabilecek aksiliğin tüm hayatımızı değiştirme potansiyeli, hayatın rüzgarlı bir uçurumun kenarındaki bir kuş tüyü olduğu gösteriyor açıkçası. kurulan yüzlerce hayal, bir aksilikte bomboş umutlara dönüşüyor. gerçek bir anda göz önün geliyor. iş bu hale gelmeden gerçekleri görebilen insan, bu aksiliklerle çok daha kolay başa çıkabilir kanımca.

                   türkçe yeterince anlattığıma göre biraz matematiğe de vurursam, bir kitapta okumuştum, der ki yazar; gelecekten geçmiş çıkarsa şimdiki zaman kalır.  geleceğinizi ne geçmişteki pişmanlıklarınızla, ne de boş hayallerinizle kurmayın. geleceğinizi sağlam hedefler üzerinde kurun ve geleceğin 1dk, 1 sn sonrayı da kapsadığını bilin. her anınızı doya doya yaşayın.


....devam edecek.

       

31 Mayıs 2014 Cumartesi

gezi 2: bir halkın yaratıcılığı

              acısıyla, tatlısıyla gezi eyleminin yıl dönümüne geldik. geçen yıl bugünlerde gezi parkında bulunan bir grup eylemciye müdahale edilmesi sonucu, tüm türkiye'nin ayağa kalkması, genç yaşlı meydanlarda iktidara karşı tepkisini sunması gibi olayları hep beraber yaşadık. bugün de birçok il meydanlarında toplanmalar gerçekleşeceği duyumunu aldım. gerçi izmirde bugün sel bekleniyor ama olacaktır elbet. bu yazımda elbet size haber bülteni adı altında bir şeyler anlatmayacağım. söylemem gereken bazı şeyler var.

              öncelikle, anarşizm ideolojisi üzerinden gideceğim. anarşizm archos yünanca sözcüğünden gelir. archos yönetici demektir. bizim meydanlara çıkıp hep bir ağızdan dillendirdiğimiz şeyler, yöneticilere, hiyerarşiye karşı aldığımız tutumu ifade ediyor. bu akımın çıktığı tarihler, fransız halkının, işçilerinin ayaklandığı tarihlere denk gelmekte. yani elde taş sopa mantığıyla hareket eden onlarca insandan bahsedebiliriz. günümüzde meydanlarda gördüğümüz bir kısım taşlı ve sopalı insanlar da elbet anarşizm yanlısıdır ancak bu gördüğünüz gibi fransız ihtilalindeki anarşizmden farksızdır. peki fransız ihtilali oldu mu? oldu. başarılı demek ki neden şimdi bu bir çözüm olmasın? diyebiliriz. ancak 17. yüzyıldaki devlet sistemi ile günümüz devlet sistemi arasında kayda değer bir fark var. gerek sistem, gerek silahlanma bakımından mükemmel bir değişim görmekteyiz. devletler artık savunma ve yönetim bakımından çok üst seviyedeler. buradan yola çıkarak tarafların birinin bu kadar üst düzeye erişmiş olması, gelişmiş olması diğer tarafın da gelişmesi gerektiğini gösterir. sen günümüz devletini taş ve sopayla yıkma hayali kuruyorsan, bu son teknoloji şifreli kasayı, kaşıkla açmaya çalışmak olur. dönemine uymaz ve başarısızlıkla sonuçlanır.

               gezi çatısı altında, elinde taş ve sopayla gezen mahluklara karşı bir tutum içerisinde olmamız gerekiyor. bunun nedeni nasıl archos'a karşı bir tutumumuz varsa, gelişmeye, çağdaşlaşmaya karşı bu cahil ve ilkel eylemcilere karşı da bir tutum beslemeliyiz. yapılacak bir çok eylem tarzı var ki. özellikle geçen yıl yapılan seyyar kütüphaneler, kitap okuma festivalleri, dans gösterileri, eğlenceler, çalgı çengi... mükemmel değil miydi? insanlar imrenerek bakmadı mı bizlere? işin içine taş girince soğudumuzu hissetmediniz mi? yeter artık eve dönün demedik mi? iş sadece yüzü maskeli eli sopalı diğer eli baraj altı parti bayrağını taşıyan insanlara kalmadı mı?

               demem o ki, yetişkin ve yaşlı kesimin söylediği:"vay biz bu gençlerden bir şey olmaz diyorduk ama nasıl da sesini yükselttiler." sözü bu kitap okuyan, şarkılar söyleyen çevreci gençlere yöneliktir. eğer çağdaş ve hoşgörülü bir zekaya sahip değilseniz lütfen meydanlara inmeyin. bu ne bir cafe toplanmalarında oynanan bir oyun ne de bir boş zaman eğlencesi. bu gençliğin yaratıcı zekasıyla insanları etkileme protestosu. farkındalık ve ayağını denk al protestosu. diğer taraflara kaçınca; insanlar sokağa çıkıyor, olay oluyor, olay olunca insanlar sokağa çıkıyor, insanlar sokağa çıkınca olay oluyor.... bu döngüye giriyoruz. ve malesef bu döngü her zaman en başa saracaktır. akıl yolundan uzaklaşmamak dileğiyle.

30 Mayıs 2014 Cuma

önemli olan hangi görünüş?

mahkemedeki münker ve nekir.

   malum allah cc kullanıcı adını kullanan ve adı ertan olan bir öğretmen kardeşimize 15 ay hapis cezası verildi. nedeni kendisini allah yerine koyup dini değerleri aşağılaması. %99'u müslüman olan güzel ülkemizin %90'ının dinle uzaktan yakından alakadar olmadığı gerçeğini de cebimize koyduğumuzda bu profile gülen onbinlerce insan olduğu gerçeğini söylebiliriz. tabi türk insanı olarak bir çok gülen insanın cezadan sonra, hak etmiş tarzı açıklamalarını duymak da mümkün.

     bir yandan, işin adli boyutunda ironik bir durum da gözüme çarptı. allah yerine koymak ahlaki bir suç, anayasada; adam öldürmek, hırsızlık yapmak, kul hakkı yemek tarzındaki günahlar kadar büyük yer edindiğini düşünmüyorum. yani bunun cezasını allah öteki tarafta verir deriz bizler genellikle. adam öldürene hapislerde çürür derken allah'a şirk koşanı öteki tarafta yanar inşallah deriz, hapislerde çürüsün demeyiz. işin ironik kısmına gelecek olursam, buradan yola çıkarak, bir hocamız allahlık taslıyor, mahkeme 15 ay ceza veriyor. ee böyle bir suçun allah katında cezasının olduğunu, en azından halkımızın öyle kabul ettiğimizi söylemiştim. mahkeme bu durumda allahlık taslıyor, bir 15 ay da sizlere lütfen..

     işin şakası, hristiyan tanrısıyla dalga geçen the tweet of god hesabı ekim 2010'dan beri twitterda. herhangi bir cezai işleme tabii tutulmamış. ayrıca takipçi sayısı bizim hocadan 5-6 kat daha fazla. evet, kültürümüze göre kesinlikle yanlış diyebiliriz ama, şu dini en çok biliyormuş gibi yapıp, en az bilen ülke olarak bizlerin böyle bir ceza vermiş olması üzücü.